8 Kasım 2012 Perşembe

gerçekler o kadar da şey değil (bu sefer güldürmeyen yazı)

yazın bittiği ve kışın geldiği bir gerçek. bunu kabul etmemek için ısrarla giyinilen "mevsimlik" kıyafetler sabah evden çıkarken üşütmeye başlayınca insan daha bir iyi anlıyor. yaz güzeldir, güzel şeyleri terketmekse zor. hayatsa sana mecburiyetleri hatırlatmak için varolmuş cadı düzen. bu yüzden her şey önce hırkayla başlar. hırka, sıkıldığın zaman üstünden kolayca atabileceğin ve fazla sorumluluk istemeyen bi giysidir. mevsimin değiştiğini adamın başına kakmaz. yavaş yavaş, alıştıra alıştıra girer adamın hayatına. seni hazırlarken kendi yerini de hazırlar. bi süre birlikte alışırsınız. sonra bi sabah birbirinize yetmediğinizi farkedip yolları ayırırsınız. hırkadan daha kudretli ve sorumluluk sahibi bi şeylere ihtiyacın olduğunu farkederek aranmaya başlarsın. onu geçici bi süre inzivaya bırakır ve artık o kalın, sevimsiz, istediğin an üstünden çıkaramayacağın kazakların gardroba yerleşme vakti geldiğini anlarsın. bir gardrop içi değiştirmek ancak yazdan kışa geçerken bu kadar sevimsiz olur. odanın içinde yazılar kaymaya başlar "kış geldi...kış geldi...kış geldi..." bu sinir bozucu tören, yazlıkların üstünün son bir kez koklanarak hasbel kader deniz tuzuna denk gelme umuduyla saçma bir kriminale dönüşür. başlıyoruz!

bazanın icadına şaşırdığımı ve tam olarak modern hayattaki yerini ne zaman aldığını bilemediğimi daha önce de biliyorum. fakat bu kamuflaj sandıklara başka bi dünyanın nasıl sığabildiğini hiç bilmiyorum. türk aile yapısındaki "saklamak için satın al" vizyonuna işte bu bazaları kaldırarak tanık olmak çok mümkün. yani şöyle söyleyim : tahmini olarak 10 yıl önce alınmış bilmemkaç megabaytlık hafıza kartı seti gibi teknolojik bir takım olaylar yine bu kabanların ve namussuz kazakların bulunduğu bazanın içindeki kutudan çıktı. neyse...

yazlıklarım kışlıklarımdan çoktur çünkü ben yazı severim. hani oğlan çocuğunu kayıran gerizekalı ebeveynler gibiyim neredeyse. biraz dirayetli olsam aralık ayına kadar giyeceğimi bildiğim onlarca tişörtüm var. fakat maalesef benim sevmem, tabiatın gerçeklerini göstermesine engel değil. üşüyorum! o yüzden elime gelen tüylü ne varsa çıkartıp dışarı koydum. elime çok fazla tüylü bi şey gelmedi! toplasan 4, bilemedin 6 tane kazak çıkardım. bu sefer de kışın gelmesine değil, kışlık kıyafetim olmamasına üzüldüm. alınmaz değil alınır da yoktu işte. şaka yaptım, alınamaz. kendime yaptığım planlar dahilinde bir süre alışveriş yapılamaz. vayyy! dedim, ellerimi iki yanağıma sararak yüzümü sıkıştırdım. lann dedim, nasıl oluyor ya? acaba babadan para istemek nasıl bir duygu? o an aklıma "ben niye babamdan para istemiyorum?" diye bir soru geldi ve "niye isteyeyim ki?" gibi bir retorikle soru kendini imha etti. o isyankar ve çaresiz sinirle bazanın içindekileri daha bi hızla sağa sola fırlatmaya başladım. başladım, başladım, başladım bi baktım 3 tane kutu. daha demin içinde o teknolojik şeylerden bulduğum kutular işte.

açtım...

bundan sonra olaylar çok enteresan gelişti. yakın geçmişle ilgili hiç ama hiç bi şey hatırlamayan ben için tarih dersi niteliğinde belgelerle karşılaştım. hem güldüm, hem üzüldüm, hem sinirlerim bozuldu hem de oda dağınık kaldı ya. bari işimi bitirseydim sonra devinime girerdim. işte bunlar hesaplanan şeyler değil maalesef.

açtım, açtım, açtım...

yüzlerce fotoğrafa tek tek baktım. fotoğrafın çekildiği zaman diliminde kendi hayatımda yaşadığım şeyleri çok net hatırlamayıp, tatilde tanıştığımız çiftin adını soyadını ve nerde çalıştıklarını hatırlamam kafamda küçük bir saçmalığa sebep oldu. konuyu değiştirdim, yanımdakine baktım. baktıkça daraldım! hiç bi şeyi yad etmeyip ve hiç bi şey hissetmeyip angut gibi bu fotoğrafları neden sakladığımı çözmeye çalışmak çok zor geldi, öbür kutuyu açtım.

açtım...

kardeşimin çocukluğunu, üzüldüğü zaman ona aldığım kokulu not kağıtlarını, üniversite sınavını kazansın diye uzak durmasını söyleyerek tehdit ettiğim hıyar erkek arkadaşının resmini, babamın ne kadar genç olduğunu ve bir zamanlar sağlam rakı içtiğini, annemin hayata dair umudu olan ışıklı bir kadın olduğunu, benim kezbanlığın tarihini yazdığımı, röfleli saçlarımı, 30 yaşıma gelene kadar hakkaten çirkin olduğumu, hiç bir zaman narin bir görüntüm olmadığını, zamanında deli gibi para harcadığımı, bir evliliğin eşiğinden sömürülme ve ihanet sayesinde nasıl döndüğümün yazışmalarını, iyi müzik dinlemeye başlamamın evrelerini, babamın sancılı emeklilik sürecini, aileme özgürlüğümü teslim etmemin ve o çok merak edilen ezikliğimin sebeplerini, otobüs biletlerimi, ören yeri girişlerimi, girip çıktığım işlerin kartvizitlerini, doğumgünlerimde aldığım arkadaş notlarıyla dolu kartpostalları, eşantiyon kalemleri-çakmakları, açmaya kıyılamayan bloknotları, hediye gelmiş ve hediye edilmeyi beklemiş kutulu dolmakalemi, anlaşılmayan notları, bi şeyleri bi şeyleri bi şeyleri....buldum.

bi şey söyleyim mi : geçmiş hiç de o kadar şey bi şey değil. güzel olan hiç bi şey kutuda kalmaz ki zaten, hayatında kalır (borcam hariç).

yani ben hakkaten buraya kadar iyi gelmişim. buraya kadar dediğim azap dolu bir hayat yaşadım anlamında değil. zaten görüldüğü gibi azap dolu bi şey yok, adım ceylan değil benim. yani...

yani ben hakkaten buraya kadar iyi gelmişim ve mümkünse daha da delirmek istiyorum. unutulmak için benimlen yaşar mısınız? kutu yok bak kutuyu unut, o öldü!

benimlen diyorum,

dur...

ne diyodum ben?

taam dur1

hah hırka! üstünüzü sıkı giyinin aman ha! bu yalova'nın havası hiç belli olmaz...








2 yorum: